Genç reklamcının dikenli yol haritası [icraatın içinden]


Artık ‘o kadar da genç olmayan’ biri olarak, mesleğe yeni adım atacak gençlerin önündeki uzun ve dikenli yolu şöyle bir özetlemek istiyorum. Malum, binlerce hevesli ve umutlu iletişim fakültesi mezunu genç bu yolun başında. “Reklamcılık yapmak için okulunu okumak gerekmiyor” beylik lafından hareketle bu binlerce iletişim mezununa başka bölüm mezunlarını da ekleyebiliriz. Bu arada, yazının konusu reklam sektörü ama medya ve sinema sektöründe de işlerin pek farklı olmadığını belirtmekte fayda var.

Uzun süren iş başvurusu dönemi

Reklam ajansları öyle düzenli olarak eleman ilanı veren kurumlar değil. Bunun yerine kendilerine sürekli bir CV ve portfolyo akışı olmasını beklerler, ki bu beklentileri de her dönemde karşılığını bulur. Ve ihtiyaç anında o havuzdan bir tane küçük balık seçilir. Tecrübeli eleman ihtiyacı zaten hemen hemen hiç duyurulmaz. Bunun yerine, başka ajanslardan ayrılmış veya ayrılabilecek isimler her zaman el altında tutulur. Yani her ajans yönetiminin kafasındaki senior adayları az çok bellidir.

Neyse, uzun süren başvuru dönemi dedik. Reklamcı adayı hevesle ve umutla süslediği CV ve portfolyosunu ajanslara gönderir. Gönderir, gönderir, gönderir, gönderir. İlaç niyetine olumlu/olumsuz tek yanıt alamaz. Zira başvuruya geri dönüş yapmamak ajansın şanındandır.

Bir şekilde ajansa girme dönemi

Ajansa diyorum dikkat, işe girme demiyorum. Bu bir şekildenin bir yerlerinde ekseriyetle bir tanıdık vardır. O tanıdık yardımıyla veya yayınlanan az sayıdaki ilana başvurarak iyi kötü bir ajansa girilir. Bu zalım dönemde stajyer veya junior bile değilsindir. Sadece gelip giden çocuksundur. Gelip giden çocuk ne yapar? Aslında her şeyi yapar ama hiçbir şey yapmıyormuş gibi görünür.

Sonra uzunca bir stajyerlik süreci başlar. Buradaki uzuncayı istediğin kadar uzun anlayabilirsin bu arada. Ucu açık, çok açık. Zira ajans başkanı/yöneticisi reklamda eğitime katiyen inanmıyordur ve senin aldığın reklamcılık eğitiminin, okuduğun onca kitabın onun gözünde çay kaşığı kadar bile değeri yoktur. Çay kaşığı demişken, stajyerlik sürecinde çay-kahve taşıma, fotokopi çekme gibi görevlerin hala devam ettiğini belirtmek gerek. Angarya iş yaptırarak ve hiç para vermeyerek reklamcılığı çok fena öğreteceğine inanan bir ‘usta’ o ajansta illa ki vardır.

Eğitime inanmazlar demiştim. Bunun altında yatan sebep, o duayenin eğitimden ve eğitimli elemandan ölesiye korkmasıdır bana göre. Ve ajansa gelen herkese kendi muhteşem reklamcılık tarzını benimsetmeye ant içmiştir. Öyle ki, hemen her yaratıcı patron, yıllar içinde bu mesleği kendisinden başka kimsenin tam olarak bilmediği ve beceremediği gibi bir düşünce geliştirmiştir. “Reklamcılığı yalan yanlış öğrenmişlerdir” diyerek başka ajanstan eleman almayan adam gördüm ben.

Bir lütuf olarak ‘işe alınmak’

Yine bu sektör patronlarının birçoğunun kafasında şu düşünce büyük bir yer edinir:

Reklamcılık ve medya sektörü, şanslı insanların kabul edildiği bir çeşit kulüp veya cemaattir. Bu mesleğin bir ışıltısı ve bu ışıltıya kanacak binlerce genç vardır ve bu binlerce genç bu ışıltılı kulübe kabul edilebilmek için kuyrukta beklemektedir. Patronlar ve yöneticiler, işe aldıkları veya stajyer olarak kabul ettikleri kişiye bir lütufta bulundukları düşüncesine kapılırlar.

Bu hastalıklı düşüncenin sonucu olarak da, aralarına kabul ettikleri gencin maaş istemesi, sigorta istemesi, düzgün mesai saatleri ve insanca muamele beklemesi onlara garip gelir. Evet, garip gelir. Lütfedip o büyülü dünyaya kabul ettikleri çocuğun üstüne üstlük bazı haklar istemesini akılları almaz. Ve bu noktada şöyle bir kırılma meydana gelir:

Çok kaba bir tespit olabilir bu belki ama sektör, bünyesinde “Anadolu’nun bir şehrinde büyümüş ve alelade bir devlet üniversitesinde okumuş” gençler istemez. Sektörün bu yazılı olmayan kuralına göre, en iyi elemanı şu şekilde tasvir edebiliriz: İstanbullu (Anadolu’dan gelip burada ev bark tutma derdi olmadığı için işe daha az maaşla başlar), ailesinin hali vakti yerinde (Ailesine bakma derdi olmadığından ve hatta ailesi ona ömür boyu bakabilecek durumda olduğundan işe daha az maaşla başlar), hali vakti yerinde olduğu için hak-hukuk, sigorta gibi şeylere kafa yormayan biri. Bu yüzden işte, stajyerleri özel üniversitelerden seçmeye gayret edilir.

İşe başladık, ya sonra?

Garip bir şekilde, havalı insanlar kulübü sanılan sektöre kabul edildin. Daha yeni olduğun için maaşın asgari ücretten hallicedir. Evet, milyon dolarlık bütçelerin dillerden düşmediği bu sektördeki ilk yıllarında maaşın patronunun aylık benzin harcamasından daha azdır. Kaldı ki, bu kulübe kabul edilmiş biri olarak daha fazlasını istemen onların gözünde düpedüz yüzsüzlüktür.

Havalı vurgusu yaptım ya, evet az para kazandığın yetmezmiş gibi, bir de her şeye rağmen kuyruğu dik tutma ve havalı olma zorunluluğun vardır. Sektör büyükleri sürekli ‘moron’ gibi evde oturmamanı, hayata karışıp gözlem yapmanı, sinemaya gitmeni, kitap okumanı, muteber bir meyhanede rakı balık yapmanı ve en önemlisi teknolojiyi takip etmeni emreder. Yine garip şekilde, sektör çalışanları da bu görüşlere tamamen katılır. Bir reklamcı bunları mutlaka yapmalıdır ve bunları yapabilmek için de diğer harcamalarını minimuma indirmen şarttır. iPhone ve iPad’in olmadan çağı yakalayamayacağın hissine zaten çoktan kapılmışsındır. Özetle, bu dünyada para harcaman şarttır.

Gündüzlerini şahane döşenmiş şık ofiste milyon dolarlık bütçeli markalara slogan uydurmaya çalışıp akşamları ancak 3 toplu taşıma aracıyla ulaşabildiğin evine dönersin. Yahut bu uzun yolu her gün tepmeyi göze alamazsın ve sen de diğer akranların gibi, biraz da o havalı olma gerekliliğini yerine getirmek adına Beyoğlu'nun arka sokaklarında, içeride hızlı yürürsen sallandığını hissettiğin, 3 kişi aynı anda zıplasa Allah korusun olduğu yere yığılıverecek eski bir evin kümes kadar odasına maaşının –şanslıysan yarısını, şanssızsan üçte ikisini- vermeye razı olursun. Bu kez, milyonluk bütçelere slogan bulmaya çalıştığın şık ofisten, bu ofise yakın ama medeniyete uzak kümes kadar odana dönmeye başlarsın. Böylece 'hayata yakın' olduğun hissini de yaşarsın.

Bu arada hayatına, nasıl başarıyorsa, iş çıkışı eve dönene kadar en az 4 mekânda check-in yapan, Twitter’da bunu “filanca mekanda mojito keyfi” gibi bir kalıpla duyuran, hayattan keyif almayı bildiğini söyleyen abiler ve ablalar girer. Yukarıda söylemiştim, tüketicilerin para harcaması için kafa patlattığın bir meslekte çalışıyorsan, bu dünyada senin de para harcaman şart. Bu da yazılı olmayan kurallardan biri. Her bakımdan boktan bir eve yüksek kira ödersin, o ev boktan olduğu için ve orada vakit geçirmek istemediğin için yemeklerini dışarıda yersin, evin oturup iki bira içilecek bir balkonu olmadığı için biranı dışarıda içersin, yalnız kalmamak ve iyi kötü bir çevre edinmek için ‘ortamlarda’ vakit geçirirsin. Ve bunları yaparken, içinde olduğun absürt durumu kendine bile itiraf edemezsin. Zira, bunu da yukarıda söylemiştim, kuyruğu her daim dik tutman gerekiyordur. Aslında hayat standartların öğrencilik yıllarındakinin çok çok altındadır.

Çalışma ortamı

Reklamcıların çok çalıştığını anneannem bile biliyor, onu bir daha söylemeye gerek yok. Çok çalışmanın anlamını açıklamaya çalışayım: Zamansız ve düzensiz iş isteyen reklamveren ve ondan daha da düzensiz iş yapılan reklam ajansı ikilisinin ortasında bir yerdesindir ve her zaman yetişmesi gereken işler vardır. İş akışından hiçbir şey anlamadan ve o akışa mantıklı bir açıklama getiremeden yıllar geçer. Bu arada, ajansta 'her işten anlaman' gerektiğini de söylememe gerek yok.

Özetle, akla yatkın bir şekilde açıklayamayacağım –kimsenin açıklayamayacağı- birkaç yıl seni bekliyor. Heveslisin, burada çalışmayı çok istiyorsun, bu uğurda fedakarlıklar yapacaksın ve bunu neden yaptığını tam olarak kendin de anlamayacaksın. Sonra mı? Sonra sen de yeni reklamcı adaylarına pişkin pişkin "Biz de geçtik bu yollardan, normal öyle şeyler" diyebilirsin.

Bir ajansta ücretsiz çalışıp, hayatını devam ettirebilmek için de akşamları part-time garsonluk yapan insan gördüm ben...


8 yorum:

  1. harika yazı! tam da stajyer döneminde olan biri olarak gözüm korktu mu dersek, sanırım aşk gözümü kör etti ve bir müddet daha -sürünsem bile- bu devran böyle gidecekmiş gibi hissediyorum. ama bir uyarı, ya da ''bak evladım burası böyle bi kurtlar sofrası'' şeysi olarak gayet iyi anlatmışsınız. teşekkür ederiz :)

    YanıtlaSil
  2. Hem aldığım eğitim, hem de yazıda bahsettiğin genel ajans profillerine bakacak olursak tam bir ajans insanıydım ancak nasıl olduysa, öngörülü davranarak kendimi gazeteye, dergiye, içerik üreten mecralara vurdum. İş hayatına atıldığım ilk dönemlerde, işsiz kaldığım sürelerde dahi, şahane bir junior olacakken burnumdan kıl aldırmayıp, ajanslara sırt çevirdim.

    (Elbette onlar da peşimden koşmuyordu ancak yazının başında bahsi geçen eğitimim beni rahatlıkla önce metin, ardından reklam yazarlığına taşıyabiliyordu)

    Şimdi, aldığı maaşlarla hayat standartlarını yan yana getirdiğim "reklamcı" arkadaşlarıma bakınca, ne kadar doğru bir karar verdiğimi görüyorum. Evet, çok renkli, eğlenceli bir dünya. Ancak... bir de "ama"sı var.

    İş hayatı ile ilgili en temel fikrim zaten blog'umun adından da belli. "Çalışmak Adamın Karakterini Bozar." İşin latifesini bir yana bırakacak olursak, ben, bir şirkete 09:00-18:00 aralığı boyunca sadece oturmaya dahi gelsem, hayatımdan verdiğim o saatler, teklif edilen maaşların karşılığı değil. İş ve zaman yönetimi eksik, çalışanın özel hayatı olabileceği aklına gelmeyen ve onun zamanına saygısı olmayan bir sektörde çalışmaktansa, gider memur olurum, kaşe basarım.

    Şanslı insanım, şu an online tarafta sevdiğim işi yapıyorum. Çalışma yöntemlerimiz çok net. Koordine olarak çalışmak zorunda kaldığımız ajanslara, "mesai saatleri içinde tamamlayıp göndereceğiz" cümlesini kurabiliyor, "yalnız akşama yetişmezmieaaaa?" sorularına, "şirket politikası gereği çalışanlarımız ekstra mesai yaptırmıyoruz, size işi şu gün, şu saat aralığında teslim edebiliriz" diyebiliyoruz. Üstelik bunu reklam bütçeleri pek çok ajansın ağzını sulandıracak ölçüde yüksek olan markalara da yapıyoruz. Daha da enteresanı paramızı onlardan aldığımız reklamlarla kazanıyor olmamız.

    Özetle, bu işler biraz göt ister. Eğer iyi, kaliteli ve düzenli iş yapıyorsanız, ekip liderleriniz sizi kolluyor, markaya doğru sunuyor, onları zaman konusunda yönetebiliyorsa, doğru yerde çalışıyorsunuz demektir.

    Para; iş, ürün veya hizmet satın almak içindir, insan değil. Kendinizi değil, yaptığınız işi satın.

    (Bayağı bir yazınca, yazına yazdığım yorumu "Çalışmak Adamın Karakterini Bozar" adlı bloguma ekleyeyim dedim. Senin yazına da link verdim.)

    YanıtlaSil
  3. Sert mi sert ama doğru mu doğru bir yazı olmuş.

    YanıtlaSil
  4. Bu sektörde kariyer hedefleyen biri için o kadar faydalı bir yazı oldu ki anlatamam. Sosyal mecralarda takip ettiğim reklam sektörünün çalışanlarının twitter'daki paylaşımları, o eğlenceli gibi gözüken hayatları bir bir gözümün önüne geldi resmen. İşin gerçek yüzünü o kadar güzel tasvir etmişsin ki, belki de bir Endüstri Mühendisi'ni hayatının en yanlış kararını vermekten kurtarmış olabilirsin.
    Çok teşekkürler.

    YanıtlaSil
  5. anlatılanların bazı evrelerini yaşadım bazı evrelerine doğru da ilerliyorum.

    doğru söze doğru denir.

    YanıtlaSil
  6. gerçekten güzel dile getirmişsindir. hep bu dediğiniz yollardan geçiyorum yeni mezun olarak.

    YanıtlaSil
  7. Elinize, kolunuza, beyninize ve deneyiminize sağlık :) Şuan birebir yaşıyorum bu dediklerinizi. Evet biliyordum da bunları yaşayacağımı. Ne yapayım mazoşistim :D seviyorum mesleğimi, tapıyorum ve çekilen acı kutsaldır diyorum bu yüzden. Ama yazdığınız yazı içime azıcık su serpti. Demek ki sadece ben düşünmüyormuşum sevdiğim mesleği yapmak uğruna akşamları taksi şoförlüğü yapacak duruma geldiğimi. Kısmet :) Umarım bu süreci çarcabuk ve çok fazla yıpranmadan atlatırız.

    YanıtlaSil
  8. Çok güzel dile getirmişsiniz yazdıklarınızda geçmişimi gördüm.

    YanıtlaSil